Tarih: 28 Kasım 2007
Yer: Manas Yayınevi
Saat: 13.00
Manas Haber
Manas Yayıncılık olarak 28 Kasım 1995 tarihinde vefat edip
aramızdan ayrılan, kıymetli şair ve yazar Şeref Tan için
ölümünün 12. yılı münasebetiyle 28 Kasım 2007 tarihinde, bir
anma toplantısı düzenledik.
Elazığ’ın kültür hayatına yapmış olduğu hizmetlerle kültür
ve sanat çevrelerinin sevgisini kazanan Şeref Tan için
yayınevimizde yapılan anma toplantısına; Şükrü Kacar, Yrd.
Doç. Dr. Tarık Özcan, R. Mithat Yılmaz, Bedrettin Keleştimur,
Günerkan Aydoğmuş, Hadi Önal, Necati Demir, Muammer Aksoy,
Öğr. Gör. Recep Bağcı, Dr. Tamer Kavuran, Mahir Gürbüz,
Hüseyin Poyraz, M. Şükrü Baş, Nusret Özgen, Naci Sönmez,
Feti Ahmet Deniz, Reşat Gündüz, M. Faik Güngör, Nihat
Kazazoğlu, Zekeriyya Bican, Berika Küçük, Ülker Ardıçoğlu ve
öğrencilerin yanı sıra şairin eşi Fikret Tan, evlatları
Musaffa Arslan, Şefika Tan, damadı Aydın Arslan katıldı.
Programda Gazeteci Yazar Şükrü Kacar, Bedrettin Keleştimur
ile Şeref Tan’ın kızı öğretmen Musaffa Arslan tarafından
şairin yaptığı hizmetleri ile edebi çalışmaları hakkında
konuşmalar yapılarak yazmış olduğu şiirler okundu.
Yrd. Doç. Dr. Tarık Özcan
Kıymetli Misafirlerimiz, Değerli Meslektaşlarım,
Sanatkârlar, milli kültürün yaratıcısı ve taşıyıcısıdırlar.
Sanatkârsız bir milletin büyük bir millet olması
imkânsızdır. Onlar, bulundukları coğrafyanın ruhunu
oluşturur. Bugün burada ölümünün on ikinci yıldönümü
vesilesiyle toplandığımız, Şeref Tan’da bu toprağın ruhunu
dokuyan büyük sanatkârlardan birisidir.
O, şiirleriyle Fırat ve Dicle gibi bu coğrafyanın
insanlarının gönül iklimlerini sulamıştır.Harput’un millî
kültür içerisindeki olgunluğunu borçlu olduğumuz ender
insanlardan birisidir. Bir şair olarak Harput ağzına önemli
bir katkıda bulunmuştur. Şiirleriyle ecdâdın yarattığı
kelimelerin unutulup gitmesine engel olduğu gibi; bu
kelimelerin, sanatın halis birer cevheri haline gelmesi
hususunda önemli bir görevi yerine getirmiştir.
Aynı zamanda ciddi bir gözlemci olan şairimiz, yaşadığı
çağın sosyal hadiselerine karşı çok duyarlıdır. Taşlamaları,
zamanın kirli yüzüne çalınmış birer karadır. Sosyal
hadiseler ve haksızlıklar karşısında duyarsız kalamayan
hassas bir yüreği vardır. Bu yürek, sürekli kanayan ve
üreten bir kaliteye sahiptir. Onun yüreğinde Allâh,
peygamber ve insan sevgisi bitmek bilmeyen bir enerjiyle
yüklüdür.
Aynı zamanda ustası Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’ndan gelen
destansı edâ, onun şiirini sürekli diri ve genç kılmaktadır.
O, geleneksel dilin bütün baskılarına karşı koyan şair ve
kahramandır. Harput ahengine son dönem şairleri içerisinde
en büyük katkıda bulunan bu güçlü şaire Allah’tan rahmet;
kederli ailesine baş sağlığı dileriz.
Rahmetlinin çaydaçıra şiirini bu günün anısına okumak
istiyorum…
Çaydaçıra
Asırların feryadı döküldü gırnatadan,
Kalbimizin vuruşu duyuldu darbukadan.
Süzülürken civanlar meydana teker teker,
Şavkıyan Elazığ' dır, şimdi "çaydaçıra" dan.
Eriyen damla damla, mum değil gözyaşıdır,
Harput akşamlarından kalan son hatıradan.
İbretle seyredin ki, nişandır bu şehrayin,
Fatih' in gemileri yüzüp geçer karadan.
Yahut da inanç yüklü kervanın geçişidir
Samsun'dan, Erzurum'dan, Sivas’tan, Ankara'dan.
Bu yay gerilişinin destani izi vardır.
Seul'de, Kanuri'de Albay Celal Dora' dan.
Dinleyin; Şehit GÜÇLÜ ve Şehit İLHAN' ların
Sesini duyarsınız o efsunkâr adadan.
Kanımız Hakk yolunda "Vallah" sebildir bizim
Böyle halkeylemiştir Türk' ü, Yüce Yaradan.
Eller Gök'e yönelmiş sırra çanak tutmakta
Bu duruş yadigârdır semadan, Mevlana'dan.
Ayak atışlarında kuş tüyü hafifliği
Yere inmiş ahular bir doyumsuz rüyadan.
Çinler iç geçirmenin ürperişi içinde
Dalgaların kıyıya vuruşudur deryadan.
Kenküller savrulmakta bir gençlik rüzgârında
Heyhat ki, zaman akıp devran döner durmadan...
Biz de delikanlıyken yakardık adak mumu,
Elimizden aldılar tabakları sormadan
Bu oyun hiç bitmesin, bu ateş hiç sönmesin,
Birlik ruhu tutuşsun bizim "ÇAYDAÇIRA"dan.
Şükrü Kacar
Rahmetli Şeref Tan’ı, geç tanımış, erken kaybetmiştik. O
bana göre bir efsane insandı. Daha da kısa söyleyecek
olursak “adam gibi adamdı” Ellerinden her çeşit beceri
dökülen bir insan olarak tanımıştım onu.
Yazardı, şairdi, ressamdı, daha da öte bir hattattı. Tok ve
dolu dolu sesiyle güzel de şiir okurdu. Bunların ötesinde
sevecen yapılı, saygılı, yardımsever ve tam anlamıyla örnek
bir insandı. Teknik bir öğretmen olarak yetişmişti.
Yöneticilik yapmıştı. Erken yaşlarda emekli olup, Elazığ’a
döndükten sonra da boş oturmamış, gazetelerde yazılar
yazmaya başlamıştı. Turan Gazetesi’nde birlikte yazıyorduk.
Kendine özgü “Horata” köşesinde her gün bir başka güzel ses
yükseliyordu. Harputça’yı en güzel konuşan, Harputça ile en
güzel şiirler yazmasını da bilen oydu. Harput kültürünü en
iyi bilen ve yaşayanların başında da o gelirdi. Yurtbaşı
köyünde doğmuş, ilkokulu orada bitirmiş, sonrada teknik
öğretmen olmuştu. Yıllarca Elazığ dışında kalmış, ancak hep
Elazığlı, daha da öte Harputlu olarak kalmıştı.
Fırat Havzası Gazeteciler Cemiyeti başkanıydı. Günümüzün
çoğu, onunla birlikte geçerdi. Yerini ve ağırlığını hep
korumaya çalışırdı. Saygının ve sevginin, nerede nasıl
gösterileceğini de çok iyi bilirdi. O tarihte Elazığ’da
yapılan kültürel etkinliklerde onun büyük payı olurdu.
Çoğunlukla, Şener Bulut’un yönetiminde olan Kültür Bakanlığı
Elazığ Kitap Satış Mağazası’nda toplanır, o küçük ve şirin
mekânda bile seslenmesini bilirdik. Bir gün bir durumdan
dolayı çok öfkelenmiş, gözlerinden yaşlar dökülmeye
başlamıştı. Biz de gazetede ki köşemizde “Başkanlar da
Ağlar” diye bir yazı geçmiştik. Fırat Şiir Akşamları da onun
ve onunla birlikte yola çıkan arkadaşların ellerinde
nüvelenmiş ve bugünkü duruma gelmişti. 24 Kasım 1995
tarihinde Öğretmenler Günü münasebetiyle Kanal E
Televizyonunda birlikte bir sohbet toplantısına katılmıştık.
Milli Eğitim müdürü de bizimle birlikteydi o programda. O
gün rahatsız idi ve sıkıntıları vardı. Ertesi gün cemiyete
gelmeyişi, beklenen sonun ayak seslerini bize duyurur gibi
olmuştu. Gene Şener Bulut ile buluşup evine kadar gitmiş ve
kendisini, o bitkin halinde görmüştük. İki gün sonra da
Devlet Hastanesi’nden ölüm haberi gelmişti.
Artık gönlümüzün Tan’ı sonsuzluğa göçmüştü. Tan yerlerinin
ağarması, zor bir hale gelmişti. Elazığ’da 28 Kasım 1995,
acılı bir gün olmuştu, Şeref Bey’i sevenler ve gönlünde
taşıyanlar için. Bugün 12. ölüm yıldönümünde gene onunla
birlikteyiz. Gerçi o hep gönlümüzde yaşıyor, o sönmeyen
insanlık aşkıyla hep yüreklerimizi vurup geçiyor. İşte
karşımızda, bir ömür ona eşlik eden değerli yengemiz. İşte
onun yolunu izleyen, onu sürekli dalgalandırmağa çalışan
sevgili kızları. Bize sadece, bir gönülle “Allah rahmet
eylesin” demek düşüyor. Ama onu hep yaşayacak, gönlümüzde
taşıyacağız. Onun hiç durmayan o kalemi ile yürek yürek olup
içimizi kaşıyacağız. Diliyorum, öbür dünyada da yüce
Tanrı’nın has ve özge kullarından biri olsun.
Bedrettin Keleştimur:
Rahmetli Şeref Tan Hocamızı bir daha bu anlamlı günde
hatıralarını yad ederken bir dönemin hatıraları şüphesiz ki
dile gelecektir. O’nun vefatından sonra kendi yazısıyla
bıraktığı bir çift kelam ifade belki de her şeyi anlatmaya
yetiyordu; “Aş tava gelir hamur biter, İş tava gelir ömür
biter” Bu şehrin kültür hayatında bir döneme fikri ve edebi
olarak imzasını atan bir şahsiyet olarak Şeref Tan’da bizler
Harput’u bulduk, bizler onda gurbetteki bir şairin
şiiriyetinde hasret dolu özlemini bulduk, bizler dost bir
yüzün sıcaklığını bulduk.
Öncelikle Şeref Tan, on elinde on hüner bulunan prensip
sahibi bir insandı. Bir gazeteciydi. Bu meslek örgütünün beş
yıl boyunca başkanlığını en iyi şekilde yaptı. O bir
öğretmendi. Gurbeti teneffüs ederek vatan coğrafyasının dört
bir yanını ki, (bunlar arasında Erzurum’u, Zonguldak’ı,
İzmir’i, Denizli’yi sayabiliriz) dolaşarak takdir dolu
başarılara hizmet ederek nice öğrenciler yetiştirmişti.
Milli Değerlerinden bir ömrü boyunca asla taviz vermedi,
ikiyüzlülere yüz çevirdi. O bir sanatçıydı. Parmaklarından
hüner damlıyordu. Hat ve Tezhip Sanatına olan hayranlığını
yakından bilenlerdeniz.
Ahde Vefa diye bir söz vardır. Şeref Tan’da, dostlarına ve
arkadaşlarına karşı çok samimi hisler vardı. dostunu bir
şeylere değişmezdi. Bir ömür boyu da değişmedi. Harput’a,
kendi insanının güzelliklerine hayrandı. Musikimizi,
oyanlarımızı, mahalli dilimizi çok iyi biliyor ve gayet
rahatlıkla da yeri ve zamanı geldiğinde bildiklerini
esirgemiyordu.
Şeref Tan, bir Elâzığ beyefendisiydi. Sıkıntıları kendi
içine gömer, sevinçlerini cömertçe dağıtırdı. O’nun iç
dünyasının birçok gizemleri yine kendisinde kaldı.
“Çaydaçıra ve Bizim Türkümüz” isimli iki eseri müthişti. O
tok sesiyle ve duyarak, yaşayarak şiir okuyuşunda bir heybet
vardı. Ruhun Şat, mekânın cennet olsun diyoruz.
Musaffa Arslan:
Babamızın vefalı dostları, Bugün şair Şeref Tan’ın aramızdan
ayrılışının 12. yıldönümü. Her yıl olduğu gibi sizler O’nu
yine unutmadınız ve bir araya gelerek bu anlamlı toplantıyı
hazırladınız. Sizlere ailemiz adına teşekkürlerimi
sunuyorum. Değerli büyüklerim, ben de babamın hayatı
hakkında bir konuşma hazırladım ve bu konuşmamı sizlerle
paylaşmak istiyorum.:
“Ben, bende olur isem vecd’i nasıl bulayım
Ol Şah’m kapusuna de ki nasıl varayım
Ya, gönül aynasında varsa benden görüntü!
Mümkün müdür zulmetten kendimi kurtarayım.”
Diyen babamız, 1937 yılında Elazığ’a bağlı, şimdi¬ki adı
Yurtbaşı olan Hoğu Köyü’nde doğdu. İlk büyük acısını, henüz
dört yaşında iken babasını kaybederek ya¬şadı. İlkokulun bir
kısmını doğduğu köyde, geri kalanı¬nı Elazığ'da okudu. Daha
ilkokulun İlk yılında okumayı yeni çözümlemeye başladığı
sıralarda sınıf tavanına ya¬zılmış; şairi bilinmeyen şu iki
mısra, kendi deyimiyle yaşam felsefesini ve meslek aşkını
oluşturdu. "Safa geldin Öğretmen Bey okulumuza/Kimi gelir,
kimi gider, kimseye kalmaz bu dünya."
Başarılı bir öğrenciydi. Kendisinin ifadesine göre
başarısının ana sebebi köyde okuduğu sıralarda öğret¬meni
olan Mustafa Has idi. Onu ne zaman yad etse göz¬leri dolar,
saygıyla anardı.
İlkokulu bitirdikten sonra Erzurum Yapı Enstitüsü
imtihanlarını kazandı. Gurbet acılarını ilk defa orada
hissetti. Bu acılarına bir de ağabeyini kaybetmek ekle¬nince
acıların yoğurduğu ilk şiir denemeleri ortaya çık¬tı. 1954
yılında yazmış olduğu Harput (Virane Şehir) şiirinde şöyle
diyor:
“Aslandağı üstünde bir virane yatıyor!
Tarihe ışık saçan güneş, artık batıyor.
Bu hazin harabeler ecdat yadigârıdır,
Ve her biri tarihten destanlar anlatıyor.
Göğsünde mazimizden hatıralar saklayan,
Hikâyesi herkesin yüreğini dağlayan
Aşkın ilham kaynağı, efsaneler diyarı
Mezarlığa dönmüşsün yok mu sana ağlayan.”
1956'da okulu bitirdi ve Elazığ Erkek Sanat Enstitüsü'nde
stajyer öğretmen olarak göreve başladı. Uzun yıllar çeşitli
köylerde, kasabalarda çalıştı. Vatanın en ücra köylerinden
başlayıp, en kalkınmış yörelerine ka¬dar hizmet taşıdı.
Emekli olup canı gibi sevdiği mesle¬ğinden ayrılırken bile
dilinde ilk sınıfının tavanında okuduğu mısralar vardı.
Çalıştığı her yerde dürüstlüğü, tevazuu, yardımse¬verliği
ile tanındı. Çok sevildi, sayıldı. Köylülerin dert¬leri ile
kendi dertleri İmiş gibi ilgilendi. Köy odalarında kitap
okuyarak onlara kitap sevgisi, okuma sevgisi aşı¬lamaya
çalıştı, Onlara her zaman sevgi ile yaklaştı. Öy¬le ki
köylüler arasında "adam gibi öğretmen" lakabı ile anılır
oldu.
Çalıştığı yerlerde önce kendisini yadırgayan, daha sonra
vecd derecesinde bağlanan insanları heyecanla anardı.
İzmir’in Kiraz ilçesinin Sırımlı köyünde kız ço¬cuklarını
okula göndermek istemeyen köylüleri nasıl ikna ettiğini
gururlanarak anlatırdı.
O dönemde (1961–1962) bir tane kendi evinde, bir tane de köy
odasında radyo olduğundan; köylüler ha¬berleri köy odasında
dinlemek mecburiyetinde idiler. Haberlerin bitiminde radyo
yayınına giren ve "Sırımlıdan haberler" başlığıyla program
yapan babamız; ön¬ce kız çocuklarını okula göndermeyenlerin
isimlerini sayar, daha sonra okulun ve okumanın faydalarını
anlatır. Köy odasına gittiğinde köylüler heyecanla "Hoca
ajansı duydun mu?" diye başlarlardı anlatmaya. Bu bir müddet
böyle devam eder. Zamanla bütün köylüler kız çocuklarını
okula gönderir.
Köylere, köylülere olan sevgisi şiirlerine de yansı¬dı
zaman, zaman. 13 Nisan 1968 tarihli bir şiirinde de şöyle
demiş:
“Ben benim derdime değil
Elin derdine yanarım
Bülbül avazına değil
Gülün derdine yanarım
Aşık vurur mızrabını
Anlatır ıstırabını
Aşkın dermanı vardır
Telin derdine yanarım
Kimseye derdin dökmeyen
Ağlayıp feryat etmeyen
Hiç rahat yüzü görmeyen
Köylünün derdine yanarım.”
Zaman geldi köy tutkusu biz çocuklarına yazdığı vasiyetine
de yansıdı. "... Bir gün çocuklarım, ölümümden sonra hatıra
defterimin arasında kırmızı bir horoz tüyü görürlerse,
bilsinler ki bu tüy kendilerine bıraktığım en büyük mi¬rastır.
Ve şuna inanıyorum ki, çocuklarım benim bırak¬tığım yerden
bu kutsal uğraşa atılacaklar, siyasetten uzak, politika
çarkına eteklerini kaptırmadan sadece köye, köylüye, vatana
hizmetin aşkıyla yanacaklardır. Size bir Jan Dark olun
demiyorum, isimsiz olarak ka¬lın, yeter ki; bu yolda bir
arpa boyu ilerleyin. Konuş¬maya başlarken nasıl ki sizlere
baba, anne demesini öğ¬retmeden "köy" demesini öğretmiştim.
Siz bir köylüye (mağdura, mazluma) yardıma koş¬tuğunuz an,
unutmayın ki bana bir fatiha sunmuş ola¬caksınız.
Gurbette, acılarla yoğrulmuş olduğundan, mazlu¬mun, garibin
halinden çok iyi anlar, onların dertleri ile dertlenir,
sevinçlerine ortak olurdu. Öyle ki; Görev yaptığı yerlerden
ayrılırken ardında gözü yaşlı birçok insan bırakırdı.
"Siz bizim sırtımızı ısıttınız" diyen Recep Ağa'lar, "Ben
Cuma günleri nereye gideceğim" diyen Cuma Fatma'lar, Köse
Dayılar, Sadık Ustalar, Koreliler, Bodrum Kahvehanesindeki
emekliler, Kültür Bakanlığı Elazığ Kitap Satış Mağazasındaki
şair ve sanatçı dost¬ları bu zincirin birer halkalarıydılar.
Diyarbakır’ın Tavuklu köyünde görev yaptığında, köyün en
büyük derdinin yol olduğunu fark etti. Köylü¬ler dolmuşa
binmek için beş kilometrelik yolu yaya gitmek mecburiyetinde
idiler. Bu duruma bir son vermek için faaliyete geçti.
Köydeki diğer öğretmenlerle de İşbirliği yaparak, tüm
köylülerle el ele vererek çeşitli zorluklara katlanarak,
uzun uğraşlar sonucunda koy yolunu yap¬tırmayı başardı.
Tayini çıktığında bu tayini durdurmak için köylülerin
yaptığı mücadeleyi kendi yazdığı anılarından okumak
istiyorum.
"... yol yapıldıktan sonra köye ilk olarak muhtarın kızının
düğününde gittim. Giderken iki kızımı da bera¬ber götürdüm.
Köyde, davullu, zurnalı karşılanışımı unutamam. Düğün gecesi
hediyemi güveğiye verirken gök gürültüsünü andıran alkışlar
ve şerefime havaya atılan silah seslerinden sarhoş gibiydim.
Hele kadınların etrafımı sarıp yaptıkları iltifat ve övmeler
unutula¬cak gibi değil... Köy meydanında kalabalığın
arasında bir fırsatını bulup üstüme atılan vefakâr köpek
Karabaş’ın benimle sarışması seyredenleri ağlatacak gibi
oldu. "Hocam bir köpek dahi seni unutmazken, biz nasıl
unuturuz? Köycek dilekçe verip seni tekrar isteyeceğiz; ne
olur sen’de kabul ediver" diyorlar. Ve dedikleri gibi oldu.
İkinci sene tekrar Tavuklu’da kurs açtık..." Ardından;
"Mavi gözlü, çatık kaşlı, tıknaz boyunla
Tanıdım seni o tatlı huyunla
Seni severim, anarım kalbim dolunca
Şeref’i unutmam hiç, hayat boyunca"
diye şiirler yazan insanlar onu hiç unutmadılar.
1968'de İzmir Erkek Sanat Öğretmen Okulu imti¬hanlarını
kazanmış. Orada iki yıl boyunca üstün başarılar göstererek
okulu birincilikle bitirmiş.
1970'de Zonguldak'ın Ulus ilçesi Endüstri Pratik Sanat
Okulunda kurucu öğretmen ve müdür olarak uzun yıllar
çalıştı. 1978'de Denizli Çal Endüstri Pratik Sanat Okulu’nu
öğretime açtı. Üç yıl burada müdür ola¬rak çalıştı. 1979
yılında Ankara Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu dışarıdan
bitirdi. 1982 yılında emekli olduktan sonra da Elazığ’a
yerleşti.
O, hep yapıcı, birleştiriciydi. Fikri ne olursa olsun tüm
İnsanlara değer verir, saygı gösterir, büyük bir dik¬katle
dinler dertlerine ortak olurdu.
Koca Yunus,
"Yaratılanı sevdim
Yaratandan ötürü" ifadesini onun için kullanmış sanırsınız.
Öylesine sevgi dolu, Öylesine mütevazı, ki¬birden uzak bir
insandır ki; Şiir kitabının önsözünde:
"Ya Rab, bizi haddini aşanlardan eyleme
Ya Rab, bizi yolundan şaşanlardan eyleme
Sevgimiz vatan, millet potasında ergisin
Yürekleri kin dolup taşanlardan eyleme "
Son sözünde İse
"Öğünme çordik
Biz seni gördük
Yel geldi apardı
Güle güle öldük"
diye kendisine seslenir.
Gurbet dolu bir hayat, özlemini çektiği Elazığ ve Harput
onun şiirlerinin ana kaynağı olmuştur.
Rahmetli; kendisine de akraba olan Hacı Hayri Paşa’ların,
Harputlu Rahmi’lerin, Hafızların, Niyazı Yıldırım’ların,
gönül derinliklerine hayrandı.
Nüktedandı; hicivlerini incitmeden, kırmadan ya¬pardı,
Harput ağzını çok iyi kullanırdı. Mahallî deyimle¬ri,
atasözlerini çok güzel yerleştirirdi mısralarına.
Vatanını, milletini, bayrağını çok sever; bunu şiir¬lerine
de aksettirirdi. Vatanına maddî ve manevî hiç bir menfaat
gözetmeden yaptığı her hizmetten gurur du¬yardı.
"Olacak bayrağımın gölgesinde mezarım,
Kalacak elbet baki gök kubbemde ezanım.
Görmesem, duymasam da hissedeceğim elbet
Bayrak benim, ezan benim, yattığım yer vatanım"
Dış Türkler konusunda çok hassastı. Kıbrıs’ta, Bosna’da,
Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da yapılan insanlık dışı
zulümlere çok üzülür, çeşitli seminer ve panellerde bu
konunun içinde kanayan bir yara olduğunu söylerdi. 22–24
Eylül 1995 tarihlerinde yapılan Hazar Şiir Akşamları’na onur
konuğu olarak katılan İsa Yusuf Alptekin ile görüştüğü ¬
program sonrası Doğu Türkistan’da Türkle¬re yapılan
zulümleri sabaha kadar dinleyip, nasıl birlik¬te
ağladıklarını anlatmıştı.
"... İçip Altay’ların ak havasını
Hîmalaya’ların görüp Is’ını
Doğu Türkistan’ın hak davasını
İsa Yusuf Alptekin’ce süren var."
Gösterişi, desinleri katiyen sevmezdi. Hali tavrı ile tam
yaşıyordu da diyebiliriz. İnancı çok kuvvetli, imanı kavi
idi.
"Göz, maddede gizlenen manayı görmelidir
Söz, gönüller yaparak sevgiyi örmelidir
Öz, ilahi ateşle dönmeli safi köze
Köz, kalb derinliğinde haşr’e dek sürmelidir."
"Görünen o ki, İslam gün be gün canlanacak
Bu ilahi meşale ilelebet yanacak
"Hay" sırrına bürünmüş yüce "kelimetullah"
Hikmetiyle, insanlık yeniden uyanacak"
diyerek maneviyatının ne kadar derin olduğunu hissettirirdi
bizlere.
İslamiyet’ten, Türklükten aldığı özü en güzel bi¬çimde
şekillendirir, şiir haline getirirdi.
"Kim bestelemiş kim, kim ötüşünü bülbülün?
Kim kondurmuş üstüne hicap rengini gülün?
Kim nektar, polen kimyasını okutmuş arıya?
Kim ne için ağla demiş, yeni doğan yavruya?
diyerek yaratıcıya olan hayranlığını dile getirmiştir. Onun
merhameti sadece insanlara karşı değildi. Hayvanlar,
bitkiler de nasibini alırdı bu sevgiden. Ço¬cukluğundan beri
hayvanlara olan tutkusu ile bilinirdi. En son kedisi "Arsız"
öldüğünde çok üzülmüş, onu Gülmez Tepesi’nde taksi şoförünün
şaşkın ve hay¬ran bakışları altında törenle, vermişti
toprağa.
Elazığ’da emeklilik sonrası kültür faaliyetlerinin öncüsü
oldu. 11 Ağustos 1982’de Turan gazetesinde ilk şiiri
yayınlandı. Uzun yıllar bu gazetede başyazarlık yaptı. Daha
çok mahallî ağızla yazdığı yazılarda yerel meselelere parmak
basmaya çalıştı. 1990 da Fırat Hav¬zası Gazeteciler Cemiyeti
Başkanlığına seçildi.
12 Nisan 1995'de, o ve arkadaşları Yeni Çağ gaze¬tesini
çıkarmaya başladılar. bu gazetede, Ge¬nel Yayın Yönetmenliği
yaptı. 1992 ve 1993 yıllarında o ve bu işe gönül veren
arkadaşları Hazar Şiir Akşamları’nın temellerini attılar.
Rahmetli babam, sanatın her türüne hayrandı. O, aynı za¬manda
bir karikatür ustası idi. Boş zamanlarında hat ve tezhip
çalışmaları yapardı.
Elazığ’ın Şair evladı Şeref Tan ile ilgili sizlere hayatı
ile ilgili bazı bilgiler aktarmaya çalıştım, beni sabırla
dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.