DOĞUMUNUN 152.
YILINDA AĞINLI ÖĞRETMEN
ABDULLAH LÜTFÜ “TAHTASIZ HOCA”
Tarih: 23 Kasım 2007
Yer: Elazığ Öğretmenevi Konferans Salonu
Saat: 19.00
Manas / Haber
Manas Yayıncılık olarak 1855–1931 yıllarında yaşamış olan
Ağınlı Öğretmen Abdullah Lütfü’nün Doğumunun 152. Yılı
münasebetiyle 23 Kasım 2007 Cuma günü Ağın Kültür Derneğı
ile birlikte bir anma toplantısı düzenledik. Elazığ Kültür
ve Turizm Müdürlüğü ve Elazığ Millî Eğitim Müdürlüğü’nün de
katkı sağladığı programda Öğretmen Abdullah Lütfü’nün
maceralı hayatı ve eğitim hizmetleri bir dizi etkinlik
halinde kültür ve sanat dünyasının gündemine taşındı.
Yapılan hazırlıklar çerçevesinde yayınevimiz, yazar
Feridettin Atatuğ tarafından kaleme alınan Tahtasız Hoca
adlı roman yayınevimizin sanat ve edebiyat eserleri
dizisinin 6 numaralı eseri olarak yayınladı. 253 sayfadan
oluşan kitapta, Prof. Dr. Yahya Akyüz’ün bir takdim yazısına
yer verilmiş. Tahtasız Hoca romanında, Öğretmen Abdullah
Lütfü’nün oldukça maceralı hayatı akıcı bir üslupta
anlatılıyor.
Elazığ Devlet Korosu Konser Solonu’nda saat 19.00’da
başlayan toplantıya Elazığ Vali Yardımcısı Kadir Okatan,
Ağın Kaymakamı Soner Zeybek, İl Kültür ve Turizm Müdürü
Tahsin Öztürk ve kalabalık bir davetli katıldı.
Sunuculuğunu Eğitimci Hadi Önal’ın yaptığı program saygı
duruşu ve İstiklal Marşı’nın okunması ile başladı. Ardından
açılış konuşmalarına geçildi. Kürsüye ilk olarak Gazeteci
Yazar Bedrettin Keleştimur davet edildi. Ağın Kültür Derneği
başkanı Günerkan Aydoğmuş’un yaptığı “Ak Topraklarda Bir
İlçe Ağın” konulu konuşmanın ardından Ağın Kaymakamı Soner
Zeybek bir konuşma yaptı. Açılış konuşmalarından sonra
Elazığlı fotoğraf sanatçıları Feridun Şedele ile Burhan
Özdemir tarafından “Ak Topraklardan Görüntüler” konulu bir
dia gösterimi gerçekleştirdi.
Programın son konuşması için Tahtasz Hoca adlı romanı kültür
dünyamıza kazandıran Feridettin Atatuğ davet edildi. Yazdığı
roman hakkında değerlendirmelerde bulunan Atatuğ, Öğretmen
Abdullah Lütfü’nün hayatı ile ilgili önemli açıklamalarda
bulundu.
Program, verilen aradan sonra Fırat Üniversitesi Devlet
Konservatuvarı Türk Halk Müziği Topluluğu tarafından verilen
konser ile devam etti. Mustafa Öztürk yönetimindeki topluluk
Türk Halk Müziğinin seçkin eserlerinden oluşan bir
repertuvar icra etti.
Konserin tamamlanmasının ardından Elazığ Vali Yardımcısı
Kadir Okatan tarafından Tahtasız Haca adlı romanı kültür
dünyasına kazandıran yazar Feridettin Atatuğ’a bir plaket
verildi. Ve bu plaket takdiminin sonrasında toplantı sona
erdi.
Ağın Gezisi
Ağınlı Öğretmen Abdullah Lütfü’nün Doğumunun 152. Yılı
münasebetiyle 24 Kasım 2007 Cumartesi günü Ağın’a bir gezi
düzenledik. Geziye, İl Kültür ve Turizm Müdürü Tahsin Öztürk,
Yazar Feridettin Atatuğ, Ağın Kültür Derneği Başkanı
Günerkan Aydoğmuş, Elazığlı yazarlar: R. Mithat Yılmaz, Hadi
Önal, Hüseyin Poyraz, H. Ergün Yılmaz, Doğan Özdal, M. Faik
Güngör, Mehmet Şükrü Baş, Mahir Gürbüz, Hasan Özçam, Kadir
Bulut, Nihat Kazazoğlu, Burhan Özdemir, Saim Öztürk,
Bilgehan Bulut ve Merve Can katıldı. Ağın’da Abdullah Lütfü
İlköğretim Okulu’nu ziyaret eden kültür heyeti, daha sonra
Öğretmen Abdullah Lütfü’nün mezarını da ziyaret ettikten
sonra Ağın’dan ayrıldı.
Hadi Önal
Sayın Valim;
Şiirin şehri Elazığ’da gönlü kültür sevdası ile çarpan,
kitabı baş tacı olarak gören kıymetli dostlar. Basınımızın
güzide elamanları;
Bugün burada, Atatürk’ün millet mektepleri başöğretmenliğini
kabul buyurdukları 24 Kasım Öğretmenler gününün arifesinde,
yine bir öğretmen olan Ağınlı Abdullah Lütfü’yü anmak ve
onunla ilgili olarak Ferideddin Atatuğ tarafından kaleme
alınan “Tahtasız Hoca” isimli romanın tanıtımını yapmak
üzere bir araya geldik.
Programı arz ediyorum:
Saygı duruşu, İstiklal Marşı
Açış konuşmaları,
Kitap tanıtımı,
Konser,
Plaket takdimi,
Kapanış.
Şimdi sizleri, devletimizin kurucusu Başöğretmen Gazi
Mustafa Kemal Atatürk ile ebediyete intikal eden
öğretmenlerimizin manevi huzurlarında saygı duruşuna ve
ardından İstiklal Marşı’mızı okumaya davet ediyorum.
……………………
24 Kasım Öğretmenler Günü münasebeti ile Ağın Kültür ve
Dayanışma Derneği ile Manas Yayıncılık’ın birlikte
düzenledikleri hemşehrimiz Feridettin Atatuğ’un kaleme
aldıkları Ağınlı Öğretmen Abdullah Lütfi Bey’in hayatını
konu alan Tahtasız Hoca romanının tanıtım toplantısının açış
konuşmasın yapmak üzere araştırmacı yazar Bedrettin
Keleştimur’u mikrofona davet ediyorum.
Buyurun Sayın Keleştimur.
Bedrettin Keleştimur
Sayın Valim, Sayın Kaymakamım, İl Kültür ve Turizm Müdürüm,
kıymetli gönül dostları.
Bağdat’ın kapısını açan Genç Osman’ın yüreğindeki Alperen
Ruhuyla gördüğüm Ağın; Çanakkale’ye en fazla şehit vererek
âlâ-i makama yükselerek şühedanın manevi iklimi ile taçlanan
Ağın; Fethi Gemuhluoğlu gibi kadim bir dost yüzü ile bizlere
selam veren Ağın; Niyazi Yıldırım’ın kaleminden destanını
ezberden okuduğumuz Ağın; ve ecdat hatıralarıyla bir daha
dile gelen o güzide muallimler ordusu ile 24 Kasım’ın şu
müstesna gününde asıl alkışlara layık güzide beldemiz Ağın…
Ağın Derneği ile Manas Yayıncılık’ın birlikte
gerçekleştirdiği ve tarihe şerh düşülecek, asil ve vakarlı
duruşuyla bu mesleği doruklara taşıyan Muallim Abdullah
Lütfü Efendiyi doğumunun 152. yılında anacağız. Bu vesile
ile torunları muhterem insan Feridettin Atatuğ’un hazırlamış
oldukları ‘Tahtasız Hoca’ romanı bizleri son 150 yılın
tarihiyle bir daha yüzleştirecek.
Burada bizleri buluşturan hadise o kadar önemlidir ki,
hayatımızı belki de yeni baştan tanzim gereğini
uyandıracaktır. “—göründüğün gibi dosdoğru ol” ayetinin
omuzlarımıza yüklediği ağır yükle bizleri sarstıkça
sarsacaktır.
Ve hele Gazi Atatürk’ün sadece öğretmene yönelerek söylediği
sözlerde bütün milletin geleceğinin vebalinde öncelikle
muallimler olduğu beyanı gayet açıktır; “Ey yükselen yeni
nesil, istikbal sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu
yükseltecek ve yaşatacak sizlersiniz” Ve devamla, “-- Hiçbir
zaman hatırınızdan çıkmasın ki, Cumhuriyet sizden fikri hür,
vicdanı hür, nesiller ister.”
Asrımızın bilim haysiyetini son nefesine kadar koruyan
rahmetli Prof. Dr. Erol Güngör Hocanın en fazla korktuğu;
“—kendi içine kapalı, korkak, ürkek, mıymıntı, pısırık bir
aydın profilidir!” Bu ülkede, kendi insanına şüpheyle bakan
aydınlar yetişti! Kendi insanını sevemeyen, onun güzel
meziyetlerini göremeyen ve de kendi dışındaki dünyaya
imrenen bir garip ruh haleti gelişti!
1850’lerde dünyaya gelen bir şahsiyetin, bir muallimin
‘—hayat hikâyesini’ bütün dürüstlüğü ile dile getiren ve
içerisinde çok güçlü edebi tasvirleri gördüğümüz bizatihi
torunu tarafından başarıyla kaleme alınan bir roman!
Tarihin en evlâ devletinin, insanı kahredici bütün
sarsıntılarını bir, ‘—kış mevsimi’ misali ölümün dehşet
anını yaşayan bir şahsiyet! Bir büyük kıyamet kopuyor;
dizginlemeniz mümkün değil!. Üç kıta sanki bir anda, dev
cüssesi ile üzerinize yıkılıyor!.
O sarsıntılar karşısında iradesini koruyan bir avuç insan,
‘—İstiklâl Mücadelesinin isimleri belli veya belli olmayan
adsız kahramanları’ Yürekli bahadırları!. Onlar, bütün
hüzünlerini bağırlarına bastılar! Onlar, bütün insanlığa
ders vermenin en zorlu çok bilinmeyenli hesaplarını
yaptılar.
İşte, Abdullah Lütfü; Sabrı kendisine kağnı; mihneti
salıncak! Bir Alperen, bir Horasan Ereni tavrıyla düştü
yollara yalıncak! 1887 tarihleri; savaşlar her bir yanı
allak bullak etmiş! Evlerden, ocaklardan ‘ağıtlar’ tütüyor!
Her şeyi bir an tersine çevirin! Yol yok, köprü yok; izbe
geçit vermeyen dağlarda ne bir ses ve de bir yudum ışık yok;
yoksulluk bir çığlık gibi boğucu dalgalarıyla boğazınızda
düğümlenir! Bütün bu menfi şartlar, Muallim Abdullah Lütfü
gibi asla zaptedilmeyen deli tayların bir bulut gibi
Anadolu’ya akışlarıyla tarihlerin seyri de değişiyordu!.
Şüphesiz ki, “—yarın geçilecek yolları bugünkü nesiller
yapar.”
Bundan bir asır önce, ‘yoklukla pençeleşen bir kahraman
nesil.’ Onlardan alacağımız o kadar manidar dersler var ki!
Onlar, ‘—cimri olmayan bilgi ambarlarıydı.’ İlk defa,
Cumhuriyeti telaffuz eden büyük fikirlerin, büyük olayların
ve de geleceğin mimarlarıydı!.
Yüzdeki tebessüme, güzel ve iradi bir söze kadar her hayrı
sadaka bilen bir ulu düşünce! O düşüncenin etrafında,
‘—fedakârlığın abide şahsiyeti’ Abdullah Lütfü Hocalar,
bayrağın dalgalandığı her mevziye bir kahraman asker
cüretiyle koşmuştur. Onlar biliyorlardı; “—Âlimlerin
mürekkebinin şehit kanlarından daha evla olduğunu.” Onlar
biliyorlardı, “—Bir harf öğretenin kölesi olunacağını.”
Sadece bilmek mi, “—niyetler hayır, akıbet hayrola” sözünün
yüceliğini!.. Bugün Manas Yayınları, kıt kanaat imkânlarla
28. Kitabını, 24 Kasım’a ve de, asrın altın nesline hediye
ediyorlardı. Manas da biliyordu ki, “—asrın başında,
Harput’ta sekiz kütüphane vardı.” Kültür ve sanat şüphesiz
ki, milletlerin hayatını uzatır.
Siz, bu milletin geleceği için ‘—çileye’ talip olur musunuz?
Şairin de dediği gibi, “—sonunda ne rütbe var, ne makam”
hamallığa talip olur musunuz? İşte, Sakarya’yı ayağa
kaldıran bu vecd, bu aşk; bazen de hayatın şartlarına
pervasız ve fütursuz meydan okumaydı! O insanlar, bir büyük
devlet geleneğinden süzülüp geldiler. Koca imparatorluğun
çöküşünü, onun bütün cihanı kuşatan; ölümle eş dehşet anını
yaşadılar. İşte, asıl cihangirlik bundan sonra başlıyordu.
Bütün gönüllerde uğuldamaya başlayan hamiyetli bir direniş;
hayatı tekrar okuyuş, fedakârlığın son raddesine kadar, ruha
inkılâp eden bir büyük silkiniş! Azgın Fırat’ın gemi ancak
böyle tutulabilirdi.
O roman, Abdullah Lütfü’nün şahsında bir milletin hayat
felsefesini dile getiriyordu. Öğretmen ve millet denilince;
ilk aklımıza gelen Allah’ın Resulü ve nur halkası, her biri
gökteki yıldızlara benzetilen Sahabe akla gelir. Ve bize
doğru, bugünlere bazen çağlayarak, bazen hüzün yağmurları
halinde evet, kâh ürperten bir çığlık halinde, kâh yüreklere
ferahlık veren bir genişlik halinde akıp gelen bir silsile!
Bir imtihandan bir diğer imtihana nasıl sokuluyoruz. İşte,
burada ezel pınarından doğarak, ebede doğru akan nesillerin
hayatı! O hayatın bütün karesinde, muallimler… Velhasılı
nesillerin ruhunda muallim vardır. Bir milletin kıyama
kalkışında da, kıyametinde de muallim vardır. Gönlümüzün bir
tufan halini alan alkışlarında da muallim vardır. Dün olduğu
gibi, bugünde ve yarınlarımızda da yazılan tarihin asıl
tefekkür cephesinde muallimler vardır. 24 Kasımların bu
millete hayırlara vesile olması dileklerimizle.
Soner Zeybek
Sayın Valim, Kıymetli Misafirler ve Basınımızın Kıymetli
Temsilcileri,
Ağın Kültür Derneği ile Manas Yayıncılık’ın birlikte
düzenledikleri ve öğretmenler günü ile daha anlamlı hale
gelen, efsaneleşmiş gerçek bir yaşamı, torunu Feridettin
Atatuğun’un Ağınlı öğretmen Abdullah Lütfü’nün hayatını
romanlaştırarak ölümsüzleştirdiği eserin tanıtım
toplantısına hepiniz hoş geldiniz.
Değerli katılımcılar, Ağınlı hemşerilerim, Ağın’ da görev
yapan ilçe Kaymakamı olarak ayrıca sizlerin arasında
olmaktan mutluluk ve gurur duymaktayım. Böyle bir faaliyete
ilçemizin adının hak ettiği kültür etkinliğiyle anılmasına
vesile olan Ağın Kültür ve Dayanışma Derneği’ne ve Manas
Yayıncılık’a yazan Ferdettin Atatuğ’a ve diğer emeği
geçenlere Ağınlar adına teşekkür ediyorum.
Cihan İmparatorluğu’nun yıkılış döneminde Anadolu’yu esaret
altına almak isteyeler karşısında Ağın beldesinde hayatını
ilime adıyan, öldüğü güne dek okumayı, okutmayı, öğrenmeyi
ve öğretmeyi kendine tek amaç edinen, ekmiş olduğu
tohumların yeşerip çınar olduğu Abdullah Lütfü’yü tanımak ve
tanıtmak herkesin görevidir. Evet, bugün Ağın’a mualimler
beldesi deniliyorsa, okuma ve yazma oranı yüzde yüz ise, kız
çocuklarının tamamı okuyor ise, beldede huzur ve güvenlik
var ise, suç işlenmeyen belde olarak örnek gösteriliyor ise,
kariyer sahibi insanların çokluğu ile övünülüyor ise
bunları, Tahtasız Hoca’ya ve yetiştirdiği insanlara
borçluyuz. Bu vesileyle Abdullah Lütfü Efendi’yi rahmetle ve
şükranla anıyoruz. Hocam, sen mezarında rahat uyu.
Bu vesileyle başta Sayın Valimiz Muammer Muşmal’ın başlatmış
olduğu “Elazığ Okuyor” projesiyle, “Gakkoş Okuyor, Ağın
Okuyor ve Kafadar Okuyor” diyerek hepinizi saygı ve sevgiyle
selamlıyorum
Hadi Önal
Yazdığım bir şiirimi sizlere okumak istiyorum.
Ben öğretmenim;
Düşüncelerim,
Pınar suyundan öte.
Sevgim: Hem katığım, hem ekmeğim.
İlmin gergefinde ilmik ilmik
Can dokur,
Can örerim.
Ben öğretmenim;
Renkler, güzelliklerim.
Aydınlık derim, ışık derim.
Dostluk için, barış için,
Can kafesimde
Ak kanatlı
Güvercinler beslerim.
Ben öğretmenim;
Bulutlanınca gözleri Mehmet’imin,
Üzüntüsünü
Ta yüreğimde duyar
Hissederim.
Mutluluğum:
Bakışlarındadır Ayşe’min.
Ben öğretmenim;
Bulut olur,
Yağmur olurum.
Anadolu’mun
En ücra köşelerinde açan
Kır çiçeklerini
Can suyumla sular,
Umutlarımla beslerim.
Ben öğretmenim;
Çaresize çare,
Dalsıza dal olurum.
Yorulurum, kırılırım;
Ama eğilmem.
Haksızlığa, adaletsizliğe, zulme, zalime
Boyun eğmem, eğemem.
Yanlışa doğru demem, diyemem
Ben öğretmenim;
Doğruluktur, güzelliktir,
İyiliktir, erdemlerim.
İnsandır, insanlıktır
Önceliklerim.
Gül gönüllerdir hedefim.
Gecenin şerrinden korktuğu için,
Aydınlığa sevdalıdır gözlerim.
Ben öğretmenim;
Göynük’te Akşemsettin
Aziziye’de Nene Hatun
Maraş’ta Şahin’dir gözlerim.
Çanakkale içinde Aynalı Çarşı
Sivrihisar’da Taptuk Emre
Ağın’da Abdullah Lütfi
Anafartalar’da Mustafa Kemal’im.
Ben öğretmenim;
Çocuklarını ülkemin
Vatanları için
Milletleri için
Bağımsızlıkları için bezerim.
Dillerini
Kültürlerini
Al, beyaz renkle süslerim.
Ben öğretmenim;
Kavak ağaçları boyu,
Gülsün diye öğrencilerim;
Peygamberlik mesleğidir,
Mesleğim derim.
Bütün dertlerimi içime gömer,
Her çileye göğüs gererim.
Ben öğretmenim;
Güneşe dönüktür yüzüm,
Hep ona yürür, ona koşarım.
Kalıncaya kadar,
Ayaklarımda derman
Gözümde ferim
Ben öğretmenim;
Bırakacağım bayrağı
Öğrencilerimin
İleriye hep ileriye
Taşıyacaklarından eminim.
Öğrencilerim,
Canlarım benim.
Her biri vatan toprağı kadar aziz
Can çiçeklerim.
Sizde bu inancı gördükçe
Açık gitmez gözlerim.
Ben öğretmenim.
Güçsüzlüğün karşısında demirden bilek; sevgide, şefkatte ana
gibi yürek; vatan ve milletin bölünmez bütünlüğünde çelikten
yelek; iyiliklere, doğruluklara, güzelliklere çiçekleriyle
çelenk olan öğretmenlerimizden birini daha ölümünün 152
yılında anmak üzere bir araya geldik.
Bugün bizler buraya; eğilmeden, bükülmeden yaşayan; yüzü ak,
gönlü kar suyundan ırmak, kış ortasında meltemi, yaz
ortasında deli poyrazı insan için, insanlık için estiren;
gönüllere sevgi, dostluk, kardeşlik tohumlarını eken; gül
bahçelerinin güzel güllerini özenle yetiştiren gönül ve
güzellikler elçisi bir öğretmenimizi anmak için toplandık.
Bugün Ağın ilçesini, okuma yazma oranı bakımından Elazığ
ilçeleri içerisinde baş köşeye oturtan bir efsane öğretmenin
hayatını konu alan romanın tanıtımı için bir araya geldik.
Ağın ilçemizdeki en büyük okula ismi verilen; cahilin ve
cehaletin düşmanı; okumanın ve kitabın dostu yüce gönüllü
insanı yaptığımız bu anma toplantısının sonunda eğer bir
nebze olsun tanıtabileceksek ne mutlu bizlere.
Ben, şimdi sözü yine Ağın ilçemizin o ak toprakların
yetiştirdiği gazeteci, araştırmacı yazar, Sayın Günerkan
Aydoğmuş’a bırakıyorum.
Buyurun Sayın Aydoğmuş.
Günerkan Aydoğmuş
Saygıdeğer Valim, İlçe Kaymakamım, kıymetli misafirler; Ağın
ilçemizin dünü ve bugünü konusunda sizlere biraz bilgi
vermek istiyorum:
Ağın ve yöresinin tarihi ta İlkçağlara kadar uzanır. Bu yöre
hakkında 15 yıllık bir araştırma yaptım. Doğduğum ilçe olan
Ağın’a kendimi borçlu hissediyordum. İşte araştırmamı biraz
da bu sebeple yaptım. Ağın ilçesinin tarihini ortaya
çıkarabilmek için çok geniş tarihî kaynaklara girdim. Keban
Barajı Kurtarma Kazıları kapsamında yapılan kazılarda gördüm
ki, bugünkü Ağın’ın yerleşim yeri üzerinde eski bir Roma
şehrinin kalıntıları var.
1071 yılında yapılan Malazgirt Savaşı’ndan sonra yöreye
gelen Türkmenler bugünkü Ağın’ın yerini yazlık mekân olarak
kullanmışlar. Daha sonra bir kuraklık nedeni ile buraya
temelli gelip yerleşmişler. Eski bir kervan yolu üzerinde
bulunan Ağın ilçesi, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde
giderek önemini kaybetmiştir. Bu sebeple de Ağın yöresine
yerleşen Türkmenler kültürel yapılarını hiç bozmadan
muhafaza etmişlerdir. Ben araştırmamda bu gerçeği çok açık
şekilde gördüm.
Değerli misafirler; Ağın Osmanlı döneminde önce Kemaliye’ye,
sonra Arapkir’e bağlı bir nahiye olarak yönetilmiş,
Cumhuriyetten sonra ise 1954 yılına kadar Keban’a bağlı bir
nahiye olmuştur.1954 yılında çıkarılan yeni bir kanunla
Elazığ’ın 7. ilçesi olarak kabul edilmiştir.
Bugün Ağın nüfusunun %100’ü okuryazardır. Bunun nedenini
öğrenmek için Osmanlı dönemine kadar uzanmak gerek. Sultan
Abdulhamit zamanında Elazığ’ın hiçbir ilçe ve nahiyesinde
medrese bulunmazken, o yıllarda Ağın ilçemizde bir medrese
açılıyor. Ağın’daki bu medresenin açılmasında Ağınlıların
çok iyi tanıdığı Müderris Hüseyin Efendi’nin büyük rolü
olmuştur. Bu değerli zat önce tahsilini Harput’taki Kâmil
Paşa Medresesi’nde, daha sonra İstanbul’a giderek oradaki
Beyazıt Medresesi’nde tamamlıyor. Oldukça zeki ve çalışkan
bir zat olan Müderris Hüseyin Efendi bu medreseyi
bitirdikten sonra Ayasofya Camii’ne imam ve vaiz olarak
atanıyor. Burada yaptığı bir cuma vaazında Sultan
Abdulhamit’in dikkatini çekiyor! Müderris Hüseyin Efendi
saraya çağrılarak saraydaki görevlilere bir süre özel
vaazlar vermesi isteniyor. Hüseyin Efendi saraydaki
vaazlarını bitirdikten sonra Ali Paşa, Hüseyin Efendi’yi
huzuruna çağırarak kendisini sarayda görevlendirmek
istediğini söylüyor. Hüseyin Efendi bu teklif karşısında
cebinden babasının mektubunu çıkarıp Ali Paşa’ya uzatıyor.
Mektupta Müderris Hüseyin Efendi’nin babası onu memleketine
çağırmakta ve biraz da kendi doğduğu ilçeye hizmet etmesini
istemektedir. Bunun üzerine Ali Paşa,”Baba buyruğu padişah
buyruğundan önde gelir.” diyerek bir arzusunun olup
olmadığını soruyor. Müderris Hüseyin Efendi de,
”Memleketimde halk cahil, okul yok, mümkünse Ağın’a bir
medresenin açılmasını istiyorum.” diyor. Bunun üzerine Ali
Paşa, gerekli ödeneği çıkararak Hüseyin Efendi’yi medreseye
müderris, camiye de imam olarak atıyor.
İşte değerli misafirler, Ağın ilçemize ilk medrese böylece
1980’li yıllarda yapılmış oluyor. O gün bu gündür Ağınlı,
okumaya karşı büyük ilgi duymaktadır. Bugün Ağın’da okuma
yazma oranı %100 e varmışsa, bunun bir sebebi de işte budur.
Ağınlı, Osmanlı döneminde bağ, bahçe ve tarımla uğraşmıştır.
Bu uğraşını son yıllara kadar sürdüren Ağınlı, artık
çocuklarının gurbete gitmesiyle birlikte bu uğraşı da
yapamaz duruma gelmiştir. Yazın 10–15 bin olan nüfusu ne
yazık ki kış aylarında 2500’e kadar düşmektedir. Bu gidişle
korkarım bu nüfus daha da aşağılara iner! Ninemin bana
anlattığına göre, onun gençlik yıllarında bir mahalleye üç
çoban tutulurmuş; biri sığır çobanı, biri davar çobanı, biri
de gıdik-kuzu çobanıymış! Şimdi Ağınlı hayvancılığı da
yapamamaktadır…
Değerli misafirler, Ağınlı dün ve bugün devlete çok sayıda
bürokrat, sanatçı, şair ve yazar yetiştirmiş ender
ilçelerimizden biridir. Ne yazık ki onun bu hizmetlerine
karşılık devletimiz Ağın’a gerekli olan ilgiyi pek
göstermemiştir. Keban Barajı yapıldıktan sonra ise Ağın’ın
Elazığ’la olan ulaşımı oldukça kısıtlanmıştır! Ağın sanki
açık bir cezaevi durumuna gelmiştir. Ağınlı, köprü
dernekleri kurarak Ağın’a bir köprünün yapılması için
yıllarca mücadele vermiş, nihayet bu uzun mücadeleden sonra
devletimiz Ağın köprüsünün temelini atmış; ama her yıl
ayrılan ödeneğin az olması nedeniyle başlanmış olan bu köprü
bir türlü bitirilememiştir. Ben buradan siyasilerimize
seslenmek istiyorum; lütfen hükümetler üzerinde etkili olun
da bu ödeneklerin miktarı biraz artırılsın! Ağınlı bu ulaşım
çilesini çekmeye acaba daha ne kadar dayanacaktır!
Değerli misafirler; Ağın’ın yetiştirdiği bazı yazar ve
sanatçıların burada isimlerini sizlere zikretmek istiyorum.
Tiyatro sanatçısı Rüştü Asyalı, yazar Adnan Binyazar,
Feridettin Atatuğ, ressam Zafer Gençaydın, destan şairimiz
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, şair Mehmet Ergönül ve daha
isimlerini sayamadığım nice yazar, şair ve sanatçılar var…
Evet, Ağınlı okuyor ama ne yazık ki iş sebebi ile
memleketini terk etmek zorunda kalıyor! İlçemizde bu gün
özel teşebbüse ait bir tek deri fabrikası faaliyet
göstermektedir! Bunun dışında herhangi bir sanayi ve ticarî
kuruluş maalesef yoktur! Bütün bunlara rağmen göç eden
Ağınlılar, memleketlerini çok sevdiklerinden olsa gerek, her
yaz, tatillerini yine de doğdukları ilçe olan Ağın’da
geçirmektedirler. Bu sebeple ben Ağın’ı biraz da göçmenler
ülkesine benzetiyorum.
Bugün kitabını tanıttığımız değerli yazar Feridettin Atatuğ
Ağabeyimiz de Ağınlı bir yazardır. Onun “Tahtasız Hoca”
isimli romanı ise bu yörede yetişen bir eğitimcinin hayatını
anlatmaktadır. Bana göre bu romanın en önemli taraflarından
birisi de roman kahramanı Abdullah Lütfi’nin hem Osmanlı’nın
son dönemlerinde, hem de Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşamış
olmasıdır. Bu sebeple bu roman bir belgesel roman olarak
düşünüyorum. Bu eseri yazan değerli Ağabeyimiz Feridettin
Atatuğ’a bir Ağınlı olarak huzurlarınızda teşekkür etmek
istiyorum. Ayrıca beni büyük bir sabırla dinlediğiniz için
sizlere de teşekkür ediyorum…
Hadi Önal
Şimdi de uzun bir çalışmanın ürünü olan ve kültür şehri
Elazığ’ımızın yetiştirdiği iki fotoğraf sanatçısının Feridun
Şedele ve Burhan Özdemir’in hazırladıkları “Ak Topraklardan
Görüntüler” adlı slâyt gösterisini fotoğraf sanatçısı Burhan
Özdemir’in sunacaklar.
Buyurun Sayın Burhan Özdemir.
…………………
………………..…
Hadi Önal
Efendiler, okuyan ile yazanı, memleketimizde çoğaltmak için
şim¬diye kadar birçok elifba neşredildi. Ama neşredilen bu
elif¬baların hiçbirinde dilimizin hususiyetlerini aksettiren
özellikler, işaret edilmemiştir. "Hiç birisi tatbikata
müsait değildir. Hâlbuki bir eserin kıymeti, lisanın hu¬susiyetlerine
münasipliğiyle mütenasiptir. Bu hu¬suslara göre yazılmayan
bir elifba, hep noksandır, hep hatalıdır. Dilin hususiyeti
demekle, şunu arz etmek istiyorum. Konuştuğumuz Türkçe’nin
kaidelerine ve fonetiğine göre bir alfabemizin olması
lâzımdır. Hal ve ahvalimiz bunu behemehal yapmamızı icap
ettiriyor. Avrupalılar, karakuş gibi etrafımızda ve
üstümüzde uçuyorlar. Cahil insanları da iyi tanıyorlar. Tek
başına yaşamak geçti. Milletçe birlikte, aynı dili konuşarak
yaşamak mecburiyetindeyiz. Biz muallimler; hamalıyla,
işçisiyle, çobanıyla, çiftçisiyle bütün halkımızın erkeğine,
kadınına okumayı, yazmayı öğreterek onların hislerini,
iradelerini ve zekâlarını inkişaf ettirmek
mecburiyetindeyiz. Halkımızın zihnini, yeni yeni bilgilerle
silâhlandıramazsak yaşayamayız. Bilgiye ehemmiyet vermeyen
milletler, başkalarının menfaatine hizmet ederler. Bu ise,
adi ve bayağı bir hayattır. Böyle milletlerin,
itibarlarından da bahis edilemez.”
—Kim söylüyor bunu? Şarkın yetiştirdiği bir öğretmen. Gönlü
okumaya sevdalı bir Anadolu ereni. Hemşerisi olmaktan gurur
duyduğumuz biri. Ağınlı Abdullah Lütfi diğer adı ile
Tahtasız Hoca. Peki, ne zaman söylüyor bütün bunları? 1908
yılında. Evet, evet 1908 yılında…
“Çocuk, kendisine doğru gelen yaşlı adamı durdurdu. Sonra da
ona; —Birisini mi arıyorsun, amca? dedi. Biraz duraksadı ve
tereddütlü bir sesle verdi cevabını; —Kendimi arıyorum!
dedi. İşte kendini arayan adamı- Harput kültürü ile yoğrulup
bir güneş gibi doğan Ağınlı Öğretmen Abdullah Lütfüi’yü-
romanlaştıran bir başka Ağınlı yazarı- FERİDETTİN ATATUĞ’u
buraya davet etmeden ben yazdığı eserle gençlere örnek ve
idealist bir insanın portresini çizen FERİDETTİN ATATUĞ’un
kısa özgeçmişini arz edeceğim:
FERİDETTİN ATATUĞ, Elâzığ’ın Ağın ilçesinden Ankara’nın
Polatlı ilçesine bağlı Müslüm köyüne göç eden Halit Ziya ile
Hatice Mürşide Atatuğların ortanca oğulları olarak 1931
yılında dünyaya geldi.
Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe bölümü mezunu olan
yazarımız tam bir okuma ve kitap dostu.
1952 yılında kendisini yazmaya teşvik eden, eşi Fatma
Hanımla evlendi
Okumak ve yazmak FERİDETTİN ATATUĞ, hayatında tıpkı bugün
burada rahmet ve şükranla andığımız Abdullah Lütfi hocamız
gibi büyük bir yer tuttu.
Bazı günlük gazetelerde haftalık çocuk sayfaları hazırlayan
yazarımız birkaç arkadaşıyla “Şen Çocuk” gazetesini
yayımladı. Çocuk Esirgeme Kurumu’nun “Çocuk ve Yuva”
dergisine öykü, masal yazmanın yanı sıra bu dergiyi yayıma
da hazırladı.
1973 yılında “Milli Eğitim” dergisinin kurucuları arasında
yer aldı. Emekli olduğu 1996 yılına dek bu derginin Yazı
İşleri Müdürlüğü’nü, Genel Yayın Yönetmenliği’ni yaptı. 1974
yılında Okul Kütüphaneleri’nin kuruluş çalışmalarına ve
yönetmeliği çalışmalarına katılan yazar Okul Kütüphaneleri
Şubesi’nin kurucusu ve ilk müdürü oldu.
Her yıl Kütüphaneler Haftası’nda “Okumak” adlı yıllık bir
gazete çıkardı. Öğretmen Yazarlar serisinden “Zor Günler”
adlı bir öykü kitabı da bulunan evli ve iki çocuk babası
olan FERİDETTİN ATATUĞ, halen “Anayurt” adlı günlük gazetede
“Pazartesi Mektupları” köşesinde günlük olarak yazı
yazmaktadır.
Kelimeleri, gergef işler gibi tüm güzellikleri ile kullanan
ve bugün burada toplanmamıza vesile olan Doğumunun 152.
Yılında Abdullah Lütfi eserini yazan yazarımız Sayın
FERİDETTİN ATATUĞ sizlere hitap edecekler ve yazdıkları
kitap hakkında bilgi vereceklerdir.
Buyurun Sayın Hocam.
Feridettin Atatuğ
Güzel Elâzığ’ımın güzel insanları, Sevgili Dostlarım,
hepinizi saygılarımla selâmlıyorum.
Ankara’dan geldiğim otobüste yan koltukta oturan bir genç
bana; -Gazetenize bakabilir miyim? dedi. Ona şöyle cevap
verdim; -Bakmak için istiyorsanız vermem, ama okumak için
istiyorsanız buyurun. Önce sustu, sonra da; -Uyurum daha
iyi, diyerek, yaslandı koltuğuna… Siz, her gazete alanı
okumak için mi aldığını sanıyorsunuz? Hele hele her gazete
alandan köşe yazılarını, eleşterileri, öyküleri okumalarını
hiç beklemeyin. 2007’leri yaşıyoruz, hâlâ okumayı alışkanlık
haline getirmedik. Kaçımızın evinde kütüphane var? Ya da
kaçımız haftada, ya da, hatta yılda kaç kez kütüphaneye
gidiyoruz? Burada söylemeden geçmeyeceğim, okul
kütüphaneleri şubesinin kurucusu olduğum için çok arkadaşımı
yitirdim, çok arkadaşım tarafından eleştirildim…
Ama bir ve birkaç kahve açsaydım, o sigara dumanlarının
kirlettiği havada pişpirik oynayanım çok olurdu. Belki de bu
yüzden kütüphanelerin ülkemizdeki sayısı, kavehanelerin
sayısının yüzde biri kadar bile değil… 32 yıllık meslek
yaşamımda, kütüphanesiz okulun olmayacağını gördüm.
Soruyorlar; “ Neden Anadolu insanı, kendisine ‘kitapsız!’
diyene çok kızar?” diye. Araştırdım, gördüm ki her tehlike
cehaletten geliyormuş. Bunun için köylümün başköşesindeki
konuğu hep öğretmendir, hep imamdır… Okuyan öğrenir,
okuyanın ufku genişler… Elâzığ okuyor! Bu ses, sanmayın ki
iliniz hudutlarında duyuluyor. Edirne’den Karsa, Sinop’tan
Antalya’ya dek tüm ülkede yankılanıyor. Sayın Valimiz Muşmal
beyfendiyi gönülden kutlarım.
Bir gün birilerinin çıkıp bana; “Abdullan Lütfü kimdir?”
diye, soracaklarını biliyordum. Onlara küçük bir ilköğretim
öğrencisinin aynı soruyu kendine soran müfettişe verdiği
cevaptaki gibi; “Tahtasız!” deyip, kesip atamazdım. Gerçi
yazılı bir bilginin, yazılı bir belgenin olmadığı zamanda
konuşmalar hayalleri kurdururdu. Abdullah Lütfü’nünki de
öyle oldu. Çünkü Abdullah Lütfü’nün konuşulan bir efsanesi
vardı. İşte bu efsaneyi romanlaştırdım. Çalışmam, yıllarımı
aldı. Kızlarıyla, oğullarıyla, torunlarıyla, öğrencilerinden
kimileriyle konuştum. Şimdi Keban Barajı’nın suları altında
kalan Ağın’ın Kohpinik köyünde 1855 yılında doğmuştu
Abdullah Lütfü. Babası, kendisi gibi okuma sevdalısı olan
bir öğretmendi. Harput Kâmil Paşa Medresesini aliyyülâlâyla
yani pekiyiyle bitirmişti. Gidip bir kentte öğretmenlik
yapmadı, tozuyla, çamuruyla köyünü seçti. Dersini bulduğu ya
bir ağaç gölgesinde, ya bir bağda, ya bir bahçe de, ya da
bir damaltında verdi. Abdullah Lütfü, 5 yaşında babasının
değişik yerlede kurduğu rahlesi başına bağdaş kurdu. Tatili
olmayan dört yıllık eğitiminde herkesi öğrendikleriyle
şaşırttı. Babası öldüğü zaman sanki 9 yaşında küçük bir
öğretmen olmuştu. Köyünün insanları gece ve gündüz onu
okurken görürlerdi. Böylece köyü, yaşlının gence çırak
olduğu zamanı yaşıyordu. O, aradığını Harput’ta buldu. Nasıl
mı? Artuk Beyin oğlu Balak Gazi Doğu ile Batı arasında öyle
bir koridor açmıştı ki uzun yıllar bu koridordan ünlü
düşünürlerin düşünceleri sel olup akmıştı. Bu sel, yıllarca
Batı’nın ünlülerini Doğu’ya, Doğunun ünlülerini de Batı’ya
taşıyıp durdu. Ve bu ünlüler eserlerini, bu koridorun Harput
çizgisinde pazarladılar. Abdullah Lütfü, bu pazarın
müşterisi olarak öğretmen oldu. Öğretmen, önce okurdu sonra
okuturdu. Birden okumaya sevdalandı, önüne gelen herkese
yolda, bağda, bahçede, evde “Kafadar okuyor musun?,, dedi.
O, okuyanların dostu, okumayanların da başbelâsı oldu… Ona
ilk çağrı, Ağın Tapusundan geldi. Gel bizimle çalış!
dediler. Daha göreve başladığının haftasında tapu alanların
sıkıntısına tanık oldu. Garip değil mi? Sıkıntıyı yaşayandan
önce sıkıntıya neden olandan geliyordu isyan. Masa
arkadaşının tapu kâğıtlarından para aldığını görünce
şaşırdı. Çünkü tapu kâğıdının üzerinde “parasızdır”
yazılıydı. O zaman arkadaşına sordu: -Vatandaşdan neden para
alıyorsun? Bak tapu kâğıdının üzerinde “parasızdır, yazıyor!
Arkadaşı küçümseyen bakışlarla baktı ona. Ardından da:
-Senin aklın ermez böyle şeylere, yoksa nasıl geçiniriz bu
maaşla? O zaman, soruyu sormak sırası tapuyu alana gelmişti;
-Ya siz, üzerinde “Parasız” yazılı bu tapu kâğıdını neden
para vererek alıyorsunuz? Cılız bir sesle yanıt veriyorlar;
-Biz okumasını bilmiyoruz ki… Abdullah Lütfü, o cılız sesin
sahiplerine dönüp bağırıyor; -Okumazsanız, vicdansızlar
tarafından her zaman, her yerde, herkes tarafından
kandırılırsınız. O, doğruyu söyledi ama ödülünü işinden
atılarak buldu. Okumayanlar ise onu alkışlamadılar, aksine
almadığı ve isyan ettiği rüşvet için ona “deli” anlamına
gelen “tahtasız” dediler… Yalnız değildi, kendisini
destekleyen bir annesi ve bir ninesi vardı. Annesi ile
ninesi kılı kırk yaran Abdullah Lütfü’yü başını elleri
arasına alıp düşündüğü sırada gördüler. Ona; -Korkma,
bildiğin yolda yürü! dediler. Annesinin ve ninesinin bu
sözü, onu cesaretlendirdi. Onlara; -Gideyim mi? dedi.
Sordular; -Nereye? -Keban Rüşdiyesi’nden diploma almaya…
Ninesi, gülmemek için zor tuttu kendisini. Ne o, bakkaldan
peynir mi alıyorsun, herkes o diplomayı almak için
iptidaîden(yani ilkokuldan) sonra 3 yıl okuyor, dedi. Bu kez
gülmek sırası Abdullah Lütfü’deydi! Bir elini ninesinin
omuzlarına, öteki elini de annesinin omuzlarına koyarak
konuştu: Ben diplomayı parayla değil, bilgimle alacağım.
Ninesi, “ Bu kadarı da fazla” der gibi annesine söyledi bu
kez; -Oğlun gerçekten tahtasız! Anesinin ninesine yanıtı
kısa oldu; -Doğru okumanın delisi o, okumayı deli gibi
seviyor. Sonunda Abdullah Lütfü’yü arkasından bir tol su
dökerek Keban’a yolcu ettiler. O geceyi Keban’da bir
akrabasında kalarak geçirdi. Ertesi gün erkenden Rüşdiye’ye
gitti. Rüşdiye Müdürüne; -Ben diploma (o zamanki adı ile
şahadetname) istiyorum, dedi. Yaşlı Müdür, diploma isteyen
Abdullah Lütfü’nün isteğine karşılık şunları söyledi; -Şimdi
sen her gördüğüne “Kafadar okuyor musun?,, diyen,
haksızlığa, cehalete isyan eden Abdullah Lütfü müsün? O
mütevazı, o saygılı, o gösterişten hoşlanmayan hali ile
yanıtını verdi; -Ben sadece diploma almak isteyen, Molla
Halil oğlu Kohpinikli Abdullah Lütfü’yüm. Yaşlı Müdür
kendinden önce Keban’a gelen Abdullah Lütfü’ye “ Maşallah,,
demekten başka söyleyecek söz bulamadı. Birkaç dakika sonra
da sınavını yapmak için onu kapalı kapılar ardına aldı.
Sınav, akşamın alaca karanlığına dek sürdü O gün tüm
öğrenciler, bu dillere destan olan genç insanı görmek için
okulda beklediler. İşte, güneşin Fırat üzerinde güne veda
eden ışıklarıyla birlikte Abdullah Lütfü de sınavda çıktı.
Nasıl bir insanla karşılaşacaklarını bekleyen öğrencilerden
kimileri karşılarında uzun boylu, zeytin karası gözlü
Abdullah Lütfü’yü görünce acele edip düşüncelerini
“Gerçekten deli,, diyerek açıkladılar. Yaşlı Rüşdiye Müdürü
yanlarına gelip “Abdullah Lütfü sınavını aliyyülâlâyla (
Pekiyiyle) kazandı,, deyince öğrencilerin konuşmayan kısmı
da “dahi,, diyerek alkışladılar.
Fransızca, dünyanın ortak dili olmuştu. Sık sık gittiği
İstanbul’dan Fransızca sözlük, Fransızca yazılmış eğitim ve
kültür kitapları aldı. Bir gün başında sarığı ile Ermeni
Kilisesi’nin kapısını çaldı. Kilise papazının şaşkın
bakışlarına aldırmayarak; -Fransızcamı geliştirmeye geldim,
dedi. Başında sarıkla kiliseye Fransızca dilini öğrenmek
için gidip geldiğini görenlerin: “Hoca sarıkla kiliseye
gidilir mi?” sorularına hep; -Öğrenmenin ne yaşı, ne de yeri
vardır! cevabını verdi. İstanbul’da bir matbaada çalıştı.
Mürettiplik yaptı. İlk dersini 15 yaşında Fatih’te oturduğu
evin komşu çocuğuna Elifba öğreterek verdi. O günlerde
İstanbul’da hürriyet havası esiyordu. Bir gece Gedikpaşa
Tiyatrosu Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre oyununu
seyretmeye gelen kalabalıkla dolmuştu. Halkı coşturan bu
oyunun sahneden kaldırılışını gazetelerden okudu. Sevgili
dostlar, yapılan her iyiye, yapılan her kötüye bir neden
buldu. Ama Ankara yakınlarında Elmadağı’nın ıssız bir
yerinde eşkiyalar tarafından soyuluşuna bir neden bulamadı.
Çünkü bu soygunda haydutlar, hocanın kitaplarını almakla
yetinmediler, kitapları hemen yırttılar ve yaktılar. Oysa
Anadolu insanı kitabı okumasa da yırtmazdı ve yakmazdı.
Kitap onlar için kutsaldı. Abdullah Lütfü’nün onlara her
tehlikeyi göze alarak “Alçaklar,, diye bağrışı, o sessiz
dağda uzun uzun yankılandı. Belki şaşıracaksınız ama
haydutlar dağda yankılanan o sesle basıldıklarını sanıp
kaçtılar…
Sevgili Dostlar, takvimler 1877’nin 7 Mart’ını gösterirken
İstanbul her dinden halkıyla bayramlıklarını giymiş yollarda
meydanlarda “Yaşasın hürriyet, yaşasın müsavat!,” diye
bağıranların içinde Abdullah Lütfü de vardı. Çalıştığı
matbaanın sahibinin bulduğu davetiyeyle Meclis-i Mebusana
dinleyici olarak girdi. Gündemde konuşulan Rusya’nın savaş
açmasıydı. Kürsüde her dinden milletvekileri Rusya’yı sert
dille eleştiriyordu. Dayanamadı Abdullah Lütfü, yerinden;
“-Yalancı Rusya!,, diye bağırınca Meclis Başkanı Batılılar
adına evrilmiş kütüphane dedikleri devletlü Ahmet Vefik
Paşa, dışarıdan müdahale ettiği için Abdullah Lütfü’yü
salonun dışına çıkardı. Dışarıda durmadı, hemen o gün Rusya
savaşına gönüllü yazıldı. 1878’ de Varna’da Ruslarla
savaştı. Zor günler yaşadı, yenik düşen ordunun esir
askerliğini yaşarken bir köye kaçtı ve oradan da İstabul’a
geldi. Boş durmadı; hem okudu hem de çalıştı. Hani o savaş
öncesi neşeli özgürlük havasını İstanbulda bulamadı. Mithat
Paşalardan, Ziya Paşalardan ve Namık Kemallerden oluşan
düşünce sancağının üzerine kurulan 1. Meşrutiyet kazanı
demokrasiyi pişirmeden devrildi. Beyoğlunda Batıcılığın,
Beyazıtta Şarkçılığın kavgası vardı. O bu kavgada zaferi
okumada gördüğü için öğrendiği Fransızca ile Batıyla,
öğrendiği Arapça ve Farsçayla da doğuyla dost oldu.
Medeniyetler kavgasının barış elçisi olarak gittiği
Ayasofya’da Cuma namazı kılacaktı. Hatibin konuştuğu kürsüsü
önüne oturdu. O sırada o kürsüde konuşan hatibin
Ayasofya’nın mermer duvarılarında yankılanan gür sesini
dinledi. Dinlediği sesle hem heycanlandı, hem de duygulandı.
Birden bu hatibi kutlamak ve elini öpmek geldi içimden. İlk
hamlesinde kürsünün çevresinde etten duvar ören
zaptiyelerini yani korumaların engeliyle karşılaştı. Yanı
başındaki adam dedi ki “ O hatip, sıradan biri değil
Hünkârımız Abdulhamit Han’ın saray hocasıdır. Onunla herkes
konuşamaz!,, Konuşamadı. Ertesi Cuma Ayasofya’ya gidince, o
kürsüde oturan başkasıydı. Ona; “ Geçen haftaki hatip
memleketine gitti.,, dediler. En güzelini de camiin, yani
Ayasofya’nın müezzinlerinden birisi anlattı; “ O hatip
Ağınlı Müderris Hüseyin Hüsnü Efendidir. Müderris Efendi
babasından aldığı mektubu Padişahımıza vermiş. Mektubta
şöyle yazıyormuş babası; “Oğlum gel doğduğun yere hizmet
et.” Abdülhamit’in hoşuna gitmiş, babasının yazdıkları.
Hüseyin Hüsnü Efendi’ye: “Baban doğru söyler, demiş. Dile
benden ne dilersin?” diye sormuş. Müderris Efendi de
istediğini iki kelimeyle sıralamış; “- Ağın’da bir medrese
ile bir camiin yapılmasını isterim…” Emri, Harput’ta görevli
olan Ali Paşa’ya bildirmiş ve Ağın’a bir medreseyle bir cami
yaptırmıştır. Dediler ki: “ Medrese ve Camiin yapımı,
Abdullah Lütfü de okuma umudunun hudutsuzluk perdesini
açtı.,,
Sevgili Dostlar, Abdullah Lütfü’nün ilk resmî işi Polis
Çavuşluğudur. Onun bu işi, basına “Artık Fransızca bilen bir
polisimiz de var.,, diye yansımıştı. O, tutukladığı
suçluları ya okumayla ya da okumayı ve yazmayı öğrenmeyle
cezalandırıyordu. Nerdeyse 100 yıl sonra ülkemizde böylesi
cezayı uygulayan yargıçlarımız var… Okumak ve okutmak onun
ayrılmaz bir parçasıydı… Öğretmenliğe 220 kuruş maaşla
Beşiktaş Mekteb-i Hamidi Muallimi olarak başladı. Kolonya
idadisi öğretmeniyken 1886’da Meclis’i Kebir’i Maarif
sınavına girerek öğretmenlik diploması aldı. Ama öğretmen
yetiştiren bir okulu bitiremediği için adı “Alaylı”ydı;
fakat “Mektepli,” olmaktan yanaydı. Bu yüzden iki kızını
öğretmen okuluna gönderdi. Rüşdiye mezunu olan torununa o
zamanki “Öğretmen olur” izninden yararlanıp öğretmen
olamaması, hocayı kızdırmıştır. Atama evraklarını,
“Cumhuriyeti biz bunun için ilân etmedik!,, diyerek
yırtmıştır.
Sevgili dostlar; bir gün ona “Öğretmen olarak değil de
mesela Nahiye Müdürü olarak Güneydoğu’ya gidip çalışmak
ister misiniz?,, dediler. Hemen kabul etti, “Çalışırım”
dedi. Amacı halkı, ağaların kölesi olmaktan kurtarmaktı.
Daha Diyarbakır’ın Eğil Nahiyesi topraklarına basamadan
bindiği katırın sahibinden duyduğu ilk söz “Siz sürgün
müsünüz?” oldu. “Burada ne Nahiye Müdürünün ne de
Jandarmanın sözü geçmez. Ağa ne derse o olur.” dedi.
Abdullah Lütfü kısa verdi yanıtını; “- Bu defa devletin
dediği olacak.” Ancak devletin dediği, ağanın kapısından
içeri giremedi… Bir değil bin kez öğrencilerden “Harfler hem
başta, hem ortada, hem de sonda aynı yazılmaz mı?” ya da “Ne
zaman bizim de bir elifbamız olacak?” yakınmalarını duyardı.
1888 yılının bir gecesi ansızın verdi kararını. Törensiz tek
başına “Türkçe Alfabi”nin temelini attı. Onu destekliyenler
oldu, köstekleyenler oldu. O sabretti ve Türkçe’nin
Alfabesini yazdı. Bu alfabe, Kayserili Kaymakam Rüşdü Beyin
ne ‘Nuhbe-t’ül Etfal,, adlı elifbasına, ne Selim Sabit
Efendi’nin “ Rehmüma’yi Muallimi” adlı elifbasına, ne
Mısırlı Ethem İbrahim Paşa’nın “ Terbiye ve Talim-i Adab ve
Nesagihül Etfal” adlı elifbasına, ne Musa Kâzım’ın “Tedris
ve Terbiye,, adlı elifbasına., ne de Ayşe Sıdıka Hanım’ın
“Usul-i Talim ve Terbiye,, adlı elifbasına benziyordu. Bu
Türk dilinin seslerine göre 29 harfliydi ve adı da Elifba
değil, Alfabe’ydi.
Sevgili dostlar, sözlerimi bitirirken başta başöğretmerimiz
Mustafa Kemal Atatürk’e, aramızdan ayrılan tüm
öğretmenlerimize ve 152. doğum yılını kutladığımız Abdullah
Lütfü Hocama Allah’tan rahmet diliyorum. Hepinizi saygı ile
selamlıyorum.
Hadi Önal
Beni hayat yetiştirdi, ben kendi kendimin muallimiyim.
Bilgimi tecrübelerimle pişir¬dim, yaşadığım bu tecrübemledir
ki hep okudum. Okuyarak uğraştım, okuya¬rak öğrendim,
okuyarak düşündüm, okuyarak araştırdım, okuyarak buldum...
Kafadar, söyler misin Allah aşkına, böyle bir ruh iradesine
sahip olan insan, sağlıklı ve huzurlu olmaz mı?
Onun bu büyüklüğü karşısında saygı ile eğiliyor ve sahneyi
Fırat Üniversitesi Devlet Konservatuarı Müdürü Yrd. Doç. Dr.
Güldeniz Ekmen Agiş’in önderliğinde ve Mustafa Öztürk’ün
yönetimindeki Türk Halk Müziği Topluluğu’na bırakıyorum.
………………………….
…………………………
Hadi Önal
Biz de gayet iyi biliyoruz ki “Geçmişini bilmeyen toplumlar
geleceğine yönelik doğru adım atamazlar.” İşte, yazmış
olduğu “Doğumunun 152. Yılında Ağınlı Öğretmen Abdullah
Lütfi- Tahtasız Hoca” romanıyla gönlü kitap sevgisi ve okuma
tutkusu ile dolu; doğruya, güzele, iyiye âşık; millî ve
manevî dünyamıza ışık olan; duygularımıza, ruhumuza, hitap
ederek onları güzelleştiren bir öğretmenimizi, bir örnek
insanı taçlandırarak geleceğe taşıyan Feridettin Atatuğ’u
bizler de yaptığı bu müstesna çalışmasından dolayı kutluyor;
kalbi teşekkürlerimizi sunuyoruz
Kendisine bu günün anısına bir plaket takdim edilecektir.
“Tahtasız Hoca” romanının yazarı Feridettin Atatuğ’a
plaketlerini Vali Yardımcısı Sayın Kadir Okatan
vereceklerdir.
Buyurun Sayın Vali Yardımcım.
…………………
Toplantımızın sonunda Can Çiçeklerim adlı şiirimle sizlere
veda ediyorum:
Öğrencilerim benim
Can çiçeklerim;
Her zaman ve her durumda;
İyiye
Güzele
Doğruya
Kanatlansın yüreğiniz.
Bunu söyler,
Bunu isterim.
Öylesine büyük olsun ki sevginiz;
Kinler, kirler, kötülükler
Erisinler
İçerisinde birer birer.
Dualarımda,
Yakarışlarımda
Hep bunu dilerim.
Öğrencilerim benim
Can çiçeklerim;
Canan’ım, Türkan’ım Hakan’ım
Ayşe’m Ali’m, Mehmet’im
Ülkeme bayrak,
Geleceğime güven
Olduğunuza eminim.
Ak alnınızla
Bilime âşık,
Karanlığa ışık,
Dilsize dil, köre göz
Olasınız derim.
Öğrencilerim benim
Can çiçeklerim;
Uykularımı böler,
Gözlerinizdeki gölgeler.
Ayıramam birinizi diğerinizden,
Üzerinize titrerim.
İstemem gözyaşı görmek,
Hep çiçeklensin diye,
Yanaklarınız
Gerekirse bütün
Dertlerinizi yüklenirim
Öğrencilerim benim
Can çiçeklerim;
Hayat yolunun
Dikenleri, taşları,
Kanatmasın diye ayaklarınızı,
Geçeceğiniz yollara
Yüreğimi sererim.
Öğrencilerim benim
Can çiçeklerim;
Üşümesin diye elleriniz,
Güneşe engel,
Bulutları dererim.
Bakmayın öyle;
Ben,
Peygamberlik mesleğini sürdürenlerdenim
Çile benim kaderim.
Öğrencilerim benim
Can çiçeklerim;
Umudum siz,
Yarınım, sevginiz.
En büyük mutluluğum:
Gülümsemeniz.
Hep gülmenizi isterim.
Sevgiyle
Her birinizin
Gözlerinden öperim.