30 Temmuz sabahı,
saat 7.00 suları Gümüşhane’den demir alıyoruz. Kumanda
koltuğunda Muammer Aksoy. Ve hemen kaydedelim; Elazığ’a
kadar hep Muammer Aksoy! Böylece, Aksoy’un şoförlükteki
üstün ehliyeti, biz dört kişi tarafından test ve tasdik
olunmuştur. Türkiye’nin dört bir yanındaki trafik amir,
memur ve müdürlüklerine duyurulur.
Giderken Elazığ, Malatya, Sivas, Erzincan, Bayburt üzerinden
gitmiştik. Gelirken güzergâh değiştirip Gümüşhane, Bayburt,
Erzurum, Bingöl hattını seçtik. Böylece hem yurdumuzun
değişik yerlerini görüp tanıyacak; hem de Erzurum’da M.
Dursun Aksoy’a uğrama imkânı bulacaktık.
Dursun
Aksoy, Elazığ’da Devlet Kitapları Müdürlüğündeki işinden
emekli olduktan sonra Atatürk Üniversitesi’nde okuyan çocuğu
hatırına Erzurum’a yerleşmişti. Onun gibi genç yaşta emekli
olan biri, nerede otursa da sıkıntı çeker, bunalıma girer.
Aksoy da, bunu hesap ederek tuttu Erzurum’da bir çiğköfte
salonu açtı. Böylece muhtemel bir sıkıntıyı bertaraf ettiği
gibi, aynı zamanda üç beş kuruş da harçlık kazanır oldu. Bir
de Aksoy’un tanıyanlar bilir; bir kültür cephesi vardır ki,
nereye gitse, o yönü körelmez. Buradayken Günışığı’nda
haftada bir hazırladığı “Gönül Tahtından” sayfasını
Erzurum’dan da göndermeyi hiç ihmal etmedi. Üstelik
dükkânını da Erzurum’da bir “Elazığ Kültür Derneği” gibi
düzenledi. Erzurumlulara Elazığ muhabbetini gösterdi,
onların Elazığlılara muhabbetlerini artırdı.
Türkiye’nin hangi iline giderseniz gidin, Elazığlı olmak bir
ayrıcalıktır, bir farklılıktır. Şahsî kişiliğinizden evvel
Elazığlı kimliğiniz size bir yer yapar, sizi karşılar ve
ağırlar. Yeter ki, bu kimliğe lâyık bir kişiliğe sahip
olduğunuzu da karşınızdakine gösterebilesiniz. O kredinizi
kötüye kullanmayasınız. Sizden öncekilerin bıraktığı bu
mirası bozuk para gibi harcamayasınız.
Yeşil
Harşit vadisinde ilerlerken geride bıraktığımız
Gümüşhane’ye, Gümüşhanelilere dair intibalarımızı da
aramızda zaman zaman konuşmadan edemiyorduk. İnsanı ve
coğrafyasıyla cana yakın bir şehirdi Gümüşhane. Gümüşhaneli,
toprağından ve tabiatından kemal bulan mizacıyla mert, olgun
ve samimiydi. Güven vericiydi.
Kahvaltımızı Bayburt’ta yapacaktık. Muammer Beyin öğrencisi
Samet Aslan bizi karşıladı. Oldukça ilgi ve iltifatla
Bayburt’un en güzel lokantalarından birine götürdü.
Çorbamızı, ardından çayımızı içer içmez yola koyulduk. Gerçi
lokantanın çayı Gümüşhane’de kaldığımız sendikanın çaycısı
Emin’in çayını asla tutmuyordu; ama neylersin… Şener Bulut,
daha günlerce, “Âh, nerede Emin’in çayları!..” deyip
duracaktır.
Erzurum’a doğru yol alırken aradık M. Dursun Aksoy’u.
Kopdağı’nın tepesindeki çeşmeden su içtik. Külebi’nin
şiirindeki çeşme bu olmalı, dedik. Birkaçımız sesli sesli
okuduk bildiğimiz kadarını o şiirin:
Kopdağı’nda akar bir çeşme var
Serçe parmak kalınlığında suyu.
Haram etmiş gece gündüz uykuyu
Akar da akar.
“Küçük
Çeşme” şiirindeki de bu çeşme olmasın Külebi’nin;
Küçük bir çeşmeyim yurdumun
Unutulmuş bir dağında.
Hiç kesilmeyecek suyum
Yıldızların aydınlığında
Boyuna akar dururum.
Aksoy’la telefonda sözleştiğimiz yerde buluşuyor ve doğruca
onun Harput Çiğköfte Salonu’na gidiyoruz. Burası, çok büyük,
geniş bir yer değil belki; fakat iç açıcı, huzur verici.
MANAS’ın bir parçası, bir şubesi âdeta. Ortalıkta Elazığ
gazeteleri, duvarlarda Elazığ-Harput fotoğrafları, raflarda
Elazığlı yazar ve şairlerin kitapları… Tabi, Erzurum’dan da
gazeteler, kitaplar koymayı ihmal etmemiş. Dursun Aksoy, bu
salonu Erzurum’da sanırsınız bir “Elazığ Kültür Elçisi”
sıfatıyla açmış. Tok olmamıza rağmen bizzat yoğurduğu nefis
çiğköfte lokmalarına midemizde yer açıyoruz biz de. Hiç
zaman kaybetmeden bir Erzurum turuna çıkıyoruz. Aksoy’un
ahbabı ve hemşehrimiz emekli komiser Naim Gürbüzol da
arabasıyla bize katılıyor ve sağ olsun, rehberlik ediyor.
Gürbüzol da emeklilik sonrası Erzurumlulaşanlardan.
Tanpınar’ın “Beş Şehir”inden biri olan Erzurum’dayız artık.
“Erzurum’a üç defa, üçünde de ayrı ayrı yollardan gittim.”
diye başlar o Erzurum bahsine. Eski Erzurum’da ticaret
hayatı ve kervan yolu otuz iki sanatı beslermiş. Sonra
Fırıncı Hasan’ın Erzurum’u anlattıkları geldi hatırıma Beş
Şehir’de. Şimdi Erzurum’da o canlılık hak getire… Ne diyordu
eskilerin türküsü bile; “Erzurum çarşı pazar…” Gerçi
günlerden pazar olduğu için çarşısı pazarı kapalıydı
Erzurum’un; pek bir şey gördüğümüz söylenemez.
İlk
ziyaretgâhımız Ulu Cami ve Çifte Minare oldu. Bu şahane taş
abideyi biraz kirli ve küskün gördük. “Acaba Kültür
Müdürlüğü veya meselâ Vakıflar burayı bir şekilde yıkayıp
arındıramaz mı?” diye kendi aramızda konuştuk.
Ahiren
Abdurrahman Gazi’ye çıktık. Erzurum’u seyrettik oradan. Bu
yiğit şehrin sevgisi içimizde biraz daha büyüdü. Öğle
namazlarımızı burada kıldıktan sonra sıra Dursun ve Naim
Beylere veda etmeye gelmişti. Öyle yaptık biz de.
Bundan
sonra ise pek bir yerde eğleşmedik. Bingöl yaylalarından
geçerken Kemalettin Kamu’nun o güzelim şiirini
mırıldananlarımız vardı;
Anam bir yaz gecesi doğurmuş beni
burda;
Bu çamlıkta söylemiş son sözlerini
babam;
Şu karşıki bayırda verdim kuzuyu
kurda
Sunamın başka köye gelin gittiği
akşam!
29
Temmuz günü sabah ezanıyla vasıl olmuştuk Gümüşhane’ye. 30
Temmuzda Elazığ’a duhulümüz akşam ezanıyla oldu. Bu gidiş
gelişten çıkardığımız şu idi:
Yurdumuzun ve insanımızın yazılmamış şiiri, bizim yazıp da
Gümüşhane’de okuduklarımızdan binlerce kat daha mükemmeldi.